Osmanlı Devleti’nin yönetim kültüründen günümüze yansıyanlar

2 yorum

              
               Osmanlı yönetim kurumunun uzun ömürlü olmasının en önemli özelliği, eğitsel yanıydı. Devşirme sisteminin gereği olarak, Hıristiyan kölelerin hepsi çok genç yaşta alınır ve her biri kendi yeteneğine en uygun yerde çeşitli eğitimlerle kuruma yarar sağlayabilecek bir kıvama getirilirdi. Gördükleri öğrenim, günümüzdeki öğrenim kadar ileri olmasa da buna çok yakındı. Aldıkları eğitim toplumsal, manevi ve dinsel bilgileri kapsardı. Bu eğitimlerin ilk amacı, çocukları yönetimde ve orduda sultanın hizmetine en uygun biçimde yetiştirmekti. Bunun yanı sıra, sultanın sarayındaki teşrifata ve törenlere katılmayı, İslam inancına ve ilkelerine bağlı yaşamayı da öğrenirlerdi. Hıristiyan çocuklar ilk geldikleri zaman daha çok zanaat, askerlik ve genel kültür konularında eğitilirlerdi, ama bu eğitim görev başına geçtikleri zaman da bitmezdi. Son derece sıkı bir disiplin uygulanır, itaatsizlik şiddetle cezalandırılır, çalışkanlık ve yetenek büyük ölçüde ödüllendirilirdi. (Hızlı değişimin yaşandığı günümüz dünyasında ‘eğitimde süreklilik ve disiplinli çalışma’ unsurlarını göz önünde bulundurmamızı atalarımız yüzyıllar öncesinden bizlere bildiriyor.)    


Osmanlı Yönetim Kurumu, baştan sona üyelerini geliştirmek, amaçları çerçevesinde üyelerin yeteneklerini son noktasına kadar işlemek üzere biçimlendirilmişti. Büyük yetki, büyük mevki, büyük parasal ödüller rahatça sunuluyordu. Ancak üyelerin tehlikeli olabilecek girişimleri, ihanet edebilecek davranışları ve hatta başarısızlığı da, büyük cezaları hemen yanı başlarında bulurlardı. (Günümüz işletmelerinin ‘ödüllendirme’ hususunda cimri ve yavaş, ‘cezalandırma’ da ise cömert ve çabuk davranmaları ve bu iki konunun sınırlarının yeterince net belirlenmiş olmaması çeşitli kronik problemlere yol açmaktadır.)


İdari ve askeri alanlar için adam seçerken ve eğitirken gösterdiği özen sonucunda Osmanlı yönetim kurumu, son derece yetkin ve kalıcı bir bütünlük taşıyordu. Yönetim kurumu, bünyesindeki kuruluşların kendinden koparak karşısına geçmesi olgusuyla yüz yüze gelecek, kurallarından ve ilkelerinden ciddi sapmalara tanık olacaktı. Ama dışardan gelen saldırılara, içerdeki bölünme ve yozlaşmaya rağmen Osmanlı yönetim kurumu, uzun süre ayakta kalmayı başardı ve İmparatorluğun çökmesinin an meselesi olduğu sanılırken, iki yüz yıl süreyle yaşam kıvılcımını canlı tuttu. Bugün bile, bu kurumun kalıcı ruhu, yepyeni ve bambaşka bir meşaleyi tutuşturacak gibi görünüyor. Şöyle ki; eski kurumun çökmesine neden olan sınırlamaları ve eksiklikleri yakıp yok ederek, bireyin yeteneğine demokratik bir inanç duyan, onu eğiterek ilerlemesini sağlayan ve ona taşıyabileceği her türlü sorumluluğu veren bir yapı içinde meşale eskisinden de parlak olarak ışıldayacaktır. Ve bunu, ülkesi adına idealleri, rüyaları, umutları, hedefleri ve hayalleri olan yeni nesil bireyler yapacaktır.


İlber Ortaylı’nın ifade ettiği üzere, “Osmanlı bir büyük Akdeniz imparatorluğudur, klasik imparatorlukların sonuncusudur ve yeniçağlara uymasını bilenidir. Osmanlı zor zamanların imparatorluğudur. Çünkü Roma’nın belirli bir sistemle hükmettiği kavimler, Osmanlı zamanında artık bir millet, merkezi bir devlettiler. Bu nedenlerden dolaydır ki Osmanlı çok önemli bir devlettir.” Ne var ki Osmanlı Yönetim kurumunun pek çok özelliği, 20. yüzyılda varlığını sürdüremez. Ancak, bireyin tüm kapasitesini işleyen bu eğitim fikri, tamamen moderndir ve kökeni göz önüne alınmaksızın en yetenekli olanları, kendi çabaları ve titiz gözetim altında eğitilip en iyi biçimde donanmış olanları, en üst mevkilere getirmek düşüncesi, batı demokrasilerindeki uygulamaların çok önündedir. Böylece geçmişle bağını ve sürekliliğini koruyabilecek yeni Türkiye’nin geleceği konusunda umut veren de bu görüştür.


Özetle Osmanlı yönetiminin başarısı; yetenekli insanı keşfetmek, uzun soluklu uygulama ve değerlerle şahsiyete yeni bir kimlik kazandırmak, yetenekli insanı geliştirmek ve yetenekli insanın önünü açmak üzerine kuruluydu.

Not: Bu yazı daha önce terazi.biz sitesinde yayınlanmıştır.

Küçük şirketlerde strateji

0 yorum

            Strateji ihtiyacı evrenseldir. Rekabetten alıkoyan ve kaynak yokluğu çeken küçük şirketler için bunun daha da önemli olduğunu söyleyebiliriz. Küçük oyuncular taklit edilmesi güç veya rakiplerin taklit etmeye tercih etmedikleri bir işe sahip olmalıdır; çünkü büyük oyuncular için bunu yapmak kolay olursa, çok geçmeden yaparlar. Küçük firmalar, emsalsiz biçimde iyi hizmet edecekleri ve daha büyük rakiplerin o kadar etkin olmayacakları uygun yere odaklanmalıdır.

          
              Almanya’nın ekonomisi incelendiğinde, küçük ve orta büyüklükteki şirketlerin bu ekonominin belkemiğini oluşturdukları görülecektir. (Almanya'nın gayrı safi milli hasılasının üçte ikisi, 1000'den az eleman çalıştıran küçük ve orta boy şirketler tarafından imal edilmektedir. Dünyanın en büyük ihracatçısı olan bu ülkede, ihracatın da üçte biri bunlar tarafından yapılmaktadır.)  Küçük düşünerek büyüyen bu mükemmel odaklanma örneklerine Almanya’da topluca "mittelstand" denilmektedir. Çoğu "mittelstand şirketleri" kendi pazarlarında dünya lideridirler, en yakın takipçilerine inanılmaz farklar atarlar. Bu firmalar, üründen ürüne zıplamazlar; özel bir segmentte dünyanın önde gelen tedarikçileri olurlar. Hiç kimse bu alanda onlar kadar iyi olamaz; çünkü ziyadesiyle ihtisas ve bilgi sahibi olmuşlardır; ayrıca bu segmentte yaptıkları her şeyi en iyi hale getirmişlerdir.

Küreselleşme paradigmasındaki değişim ile ihtisaslaşmaya –her şeyi yapmaktansa orada en iyisini yapabileceğin özel işler yapmaya– giderek çok daha büyük önem verilmektedir.

Kar amacı gütmeyen kurumlarda pazarlama

1 yorum

Kar amaçsız kurumlar yalnızca hizmet vermekle kalmaz. Hizmetin son kullanıcısının bir kullanıcı değil bir “yapıcı/üretici” olmasını bekler. Bahsi edilen kurumlar (dernek ve vakıf, sivil toplum kuruluşları vb.), sunduğu hizmet ile insanlarda değişim yaratmak ister. Yalnızca tedarikçi olmakla kalmamak, alıcının bir parçası haline gelmek ister.
           
            Kar amaçsız kurumlar pazarlamaya ihtiyaç duymadıklarını düşünürler. 19. yüzyılın büyük bir dolandırıcısının söylediği gibi, “Brooklyn Köprüsü’nü satmak bedava vermekten daha kolaydır.” Bir şeyi bedavaya verirseniz kimse size güvenmez. En yararlı hizmeti bile pazarlamalısınız. Ancak kar amaçsız sektörde yapılan pazarlama, bir satış değildir. Daha ziyade verdiğiniz hizmetin alıcının bakış açısından görmeye çalışmanız gerekir.


              Uzun yıllar faaliyet gösteren kar amacı gütmeyen kaç tane kuruluş var? Hiç düşündünüz mü? İlk akla gelen Kızılay. (O da devlet egemenliği altında J) Bunun dışında belki birkaç tane daha. Buna yol açan (ilk akla gelen) sebep, yeterli finansmanın olmayışıdır. Bu, doğru olabilir. Ancak kurumun finansmanını sağlayacak olan bağışçılara (kişi ve kurumlara) etkileyecek bir vizyon sunmaz, yola çıkış amacınızı samimi olarak ifade etmez ve eylemlerinizde tutarlı olmazsanız sizi neden desteklesinler ki? Buradan tekrar başa dönüyoruz… Kar amaçsız kurumlar yalnızca bir hizmet vermekle kalmaz. Neyi, kime ve ne zaman satacağınızı bilmelisiniz.